26 Şubat 2010 Cuma

yol molası

bazen bir kitabın 78. sayfasında gece saatlerinde çıkmalı sokağa. hızlı hızlı yürümeli bir yere. bakkalla taşralı bir konuşmaya dahil olmaktan çekinmemeli. hak vermediği şeylere hak vermeli gerekirse. (ki öyle zamanlarda muhakkak gerekir) hareketli gölgesini hayretle izlemeli. bacaklarının uzamasına gövdesinin kısalmasına gülümsemeli. sarı sokak köpeklerinden ürkmemeli, siyah parlak kunduralı adamlardan da. bilmediği bir maçın bilmediği bir olumlu skoruna sevinen arabalar dolusu insana (hoş bir tesadüf) kafa selamı vermeli, sanki o da sırf o amaçla oradaymış gibi. karanlıkta korkacak bir şey yok. karanlıkta kimsenin gölgesi yok. sokağın kedilerine köpeklerine ve çöplerine, adım başı sigara izmaritlerine yol arkadaşlığı etmeli. sokaklara pijamalarıyla dahil olmalı. (sanki pijamalarıyla çıplaklığa daha yakın insan.) ve böylece hiç bilmediği bir amaçtan caymış hiç anlamadığı bir ferahlığa ermeli. yani düşünmeden... ama iyi geleceğine reçeteli ilaç gibi güvenerek...yani bilemeyerek. ( beni böyle eden ne?)
denk gelen aşk şarkısına üzülerek -ki aşk sözcüğü geçmez ne zamandır hiçbir metinde- ; olmayan bir aşkın olmayan acısına iç çekerek ve içlenerek; bu türk sanat müziği güftesine dahil olmayı dileyerek nefesimi doldurup yavaşlattım yokuş aşağı yürürken. adımlarımı nefesimi uyduramadım. (şu sıralar beni yollara döken asıl sorun da bunun gibi bir şey olsa gerek) nihayet bileğimden kavrayıp geldiğim yere dönmem gerektiğini söyledi saat.
sonra 79, sonra 80...


25 Şubat 2010 Perşembe

nazan öncel'in tarkwsky /zulawski tarzı siyah beyaz kliplerini anlamlı buluyorum. tarih içinde anlamlı buluyorum.mesela bırak seveyim, sen beni öldürüyorsun, gidelim burlardan....

bunlar kesmez tabii... delirdiyseniz, "bağarmak" istiyorsanız -yine de sesi kısarak- şu video'yu izleyebilirsiniz. ben tekrar tekrar izlediğimden etkilenmiyorum artık: zulawski- possession

uyardım bak!

24 Şubat 2010 Çarşamba

pastoral hatıralar

açık yeşil su üstünde -olmaz ya- sütlükahve bir duman. ellerin dumanda ayakların suda dolaşır. mor nergisler biter ince su etrafında, keskin kokarlar. çocuklar portakal çiçeği toplar ağaçlardan, çiçekler ellerinde dağılırlar.kaplumbağaları izlersin, Kûsiyan jî dikarin bifirin (kaplumbağalar da uçar)
mavi pencereli evlere yıldız dolar geceleri, üşürsün.radyolar uyur erken saatte. ıpıssız kalırsın. ışığa uçar böcekler, sen uyuduktan sonra yıldızlara konarlar. mavi pervaza oturursun bacaklarını kıvırıp. koyu yeşil ağaçları izlersin. koyu yeşil ağaçlar hışırdarlar. karanlığı dinlersin, gece böcekleri bağırırlar. bir kelebek uçar, görmezsin.gözlerini yumup kelebekler de uyurlar.


bir sabah gül toplarsın çalıların arasından.taze ceviz karası ellerin gül kokar. diken sıyırır, kanamazsın. laleden gelin yapmayı öğrenebilirsin örneğin bir gün. bir gün taze fasulye toplarsın. kiraz ağacından düşmekten korkmamayı öğrenirsin bir gün. bir gün bahçeye yılan girmiştir, her yılandan korkulmayacağını öğrenirsin. kimse sana bir hayvan olduğunu öğretmemiştir o günlere değin. bir gün, en insan halinin en hayvan haline ne de yakın olduğuna ayarsın.
belki bir gün bir peygamber böceği kadar gerçek olmak isteyebilirsin.

21 Şubat 2010 Pazar

modern mevlana

sana yara izlerimi anlatayım, ister istemez tanış olalım.omzunda bir baş izi bırakayım. o iz de yara kalsın bende.
sana ayıbımı açayım. istemesen de sırdaş olalım. bana bir yalan borcun olsun.
ben kendimi bir eksik bırakırım. eksiklik benim imzam. ver avcuna imza atayım.
uzaksan yakınsın, yakınlaştıkça uzak. konkav bir yanılsama kurdum. aksini yaşamak mümkün değildi. zorunda kaldık arkadaş, ne ettiysek zorundaydık.
sana yerli yersiz "canım" demezsem ne mutlu.bir can yok ki zırt pırt içimden geçsin.
parantezi, virgülü, tırnağı bensiz koyarsan sözlü metinlere, sen de beni anlarsın o zaman. kuşkun olmasın, ben seni er geç anlarım arkadaş. gel seninle bütün smiley'leri lüzumsuz kılalım.
popüler videoları, vizyondaki filmleri, yeni çıkan albümleri takip ediyorum. kısırlık endişen olmasın, bu konuları her zaman yedekte bekletiyorum.
ben de herkes gibi herkesliğe bozuk bir herkes bileşeniyim. yabancım değilsin herkes kadar.yakınsın ve açıksın uzaklığının bilincinden yoksunsan. evet, burdan her şey daha net görünüyor. evet, ordan baktığın kadarım. anladığın kadar varım, gerisi benim kendime attığım imzam.
her gün sabahtan akşama bir şeyler yapıp geceden sabaha onları bir bir hiçliyorum. böylece bir gün yolda sokakta karşılaştığımızda sana gerçek bir "hiç" sunuyorum. yani ne yalan söyleyeyim, doğrusunu söylüyorum.

bu, tüm uzak arkadaşlara bir samimiyet bildirisi ve vicdan dindirmesi ve sevgi bilemesidir.
şimdi içim bir mevlevi kadar rahat.

19 Şubat 2010 Cuma

İ'dam-ı Nefs

omuzlarımdan sarkan şu ağırlıkları kesip atsam. bir gece kollarımı belediye çöplüğüne atıp bir taksi durdursam. taksime desem, gitsek. kırmızı ışıkta taksiden kaçsam. taksici allahıma sövse, bana halel getirmese. vücudumdan kan fışkırsa da ben dimdik yürüsem, insanlar kaçışsalar. ampulleri patlasa caddenin. ve hatta gökyüzü bir çılgınlık edip yıldızlarını yaksa. ah bir kez olsun şöyle gösterişli ölsem! cesedimin üstüne soğuk ani bir yağmur yağsa. kanı seyreltse, yüzümü ıslatsa...ah. sonra çöpe atsalar etlerimi, elleriyle burunlarını kapatarak, tiksinerek.
adım karakolların yeşil kayıt defterlerine geçmesin, ne olur.

17 Şubat 2010 Çarşamba

köpeğin havlamasına yarım saat benim uyanmama beş saat kaldı. uyurken aklıma şu şarkı takıldı. bulmak icin facebookta bir profilin aylar oncesine donmek zorunda kaldim. esrarengiz bicimde turkce karakterlerim yok oldu. yazmamaliyim galiba...

ertesi günden ek: arapların süper star'ını izliyorum, özeniyorum. çalgıcılar mutlu, jüri mutlu, yarışmacılar müthiş, şarkılar fevkalade...dahası şam'da kayısı. oğunüçün bu kıza puanım dohuz.

7 Şubat 2010 Pazar

soldan, sandalyede oturan uzun boylu ince bir ihtiyar olan anneannem (annanem), tombul kısa gezenti karşı komşumuz atiye teyzem, ameliyatlardan sonra çok kilo almış fakat bir zamanlar ince güzel uzun saçlı bir kadın olduğu anlaşılan, düzgün duruşlu teyzem, ben, kırmızı kırçıllı kazağı siyah çerçeveli gözlüğü ak düşmüş erkek tıraşlı saçlı annem, alımlı bir kadın olan kuzenim esin ablam ve sağ başta afacan oğlu pembe yanaklı, sarı kıvırcık saçlı, örümcekçocuk atakan hoş bir kare yarattık. pedro almodovar görse vallahi kurardı seti bizim mutfağa. örgü ördük, bir ağızdan konuştuk, teyzem annaneme bağırdı, annem araya girdi. zincirleme etkileşimle toplu halde ağladık. teyzem ikide bir öptü beni "canım canım" dedi yanağımı sıktı. atakan bardak kırdı.annesi kızdı, annem gitti bez getirdi, annanem bişey olmaz dedi, teyzem a benim yakışıklı oğluşum kır canın sağolsun dedi. yemek yaptık, tarif konuştuk...gibi dişi haller işte.
şuraya bağlıyacağım; dönem başlıyor. dolayısıyla duygu çok haklı: the dog days are over! the horses are coming
salak gibi heyecanlanıyorum.

6 Şubat 2010 Cumartesi

bir iki fotoğraftan kolaj yaptım, çerçevesini mora boyadım

uzun zamandır uğramamışım oyun atölyesine.oyun oynayamasam yani oynatılmasam da oyunbaz mekanlarda bulunmak mutlu ediyor beni. elimde ahşap boyası, cila, parlak sarı (satıcıyı kırmamak için aldığım) boya, mutlu fotoğraflar...
telefonum çaldı. gelmiş!
evimin yolunu, okulumu, her gün ekmek aldığım fırını, her gün gördüğüm çiçekçi ablaları, dolmuş durağımı bilsin, hatırlasın istedim.hatırlasın diye anlattım sokakları sanki her mevsim başkalaşır gibi mevsim mevsim ayırarak.dinledi güya ya unutur bilirim.
kaç zamandır konuşmamıştık.bu zaman yıllarla ölçülür olmuştu. öyle uzundu, doğru. yine yazmaktan, oynamaktan, yani biçim biçim hayal etmelerimizden açılmıştı konu. çalımlı laflar etmiştik, bir o bir ben. yine garip bir biçimde daha anlatmadan anlaşmıştık. neden böyle alışıktık birbirimize? yılların rolü sanıldığından küçük...o erken uyumazdı. bense aylardır uykusuzluk hastalığından müzdaribim. konuşurken nedense uyuyakaldık birden.

sabah avaz avaz bağırdı, söylendi durdu: yok efendim uyurken yan yatıyormuşum! büyük yalan. ben bırak yan yatmayı uyumayı bile ara sıra başarabiliyorum.önce itiraz edecek oldum, baktım o çok ısrarcı kararında, ne yapayım özür diledim.

eski kitap baktık, meşhur varlık yayınları. parlak taşlara ağız ayırarak daldık tozlu bir vitrinden içeri. aziz nesin öykülerinden bir amcayla tanıştık. biraz da onun gönlünü yapmak için sahte bir ilgi besledim bir anlığına taşlara.cehaletimi azarladı amca. o da sevmeden aldı bir bilekliği. para alırken "işte" dedi amca, para almaktan utanırcasına. burktu yüreğimizi. bizim yürekler de pek müsaittiler hele birlikteyken eğilip burkulmaya. konuşurken, sessiz yürürken, şundan bundan bahsederken hep bir şaşkınlık, incelikli bir tedirginlik vardı ellerimizde. özlemişim galiba.

ahmet'in evinde buluşacaktık.geç kaldı.başka dostlar da katıldı geceye. o heyecanlı, sesleri yüksek çocukları izledim. mutluydum. uyuduk sonra.
"karda yürüyen zenci görmek isteyen koşsun!" diye bağırdım sabah.bizlerden daha gelişkin olan bacak kaslarından dolayı benden başka gören olamadı. esasında çok da acayip bir şey değildi ama odadaki herkes "oha"layarak pencereye koşmuştu. sonra geç bir kahvaltı; bim çayı, bayat poğaça, peynirli açma...ardından karda yürüyen beyazlar olduk, bir siyah, çöl çocuğu acemiliğinde ilerledik.

dostlarım haylaz ve kaçkın.bense rakılı masalarının buzlu yollarını beklerken onlara biberli ekmek hazırladım. döndüklerinde kızamadım. mutfak önlüğümle açtım kapıyı." küstüm size!" dedim, küsmedim. böyle anne olursam çekeceğim var.

sonraki gün gittiler.onu yolcularken neden hep ağlıyorum bilmiyorum. o da ağlıyor her seferinde. bir şey var; başka sevmelerimde olmayan bir şey...ne, bilmiyorum. yine aramayacak, ben yine ısrar etmeyeceğim aramakta, yine konuşmayacağız belki aylarca. sonra bir gün yine -benim ısrarımla- gelecek, yine alışık olacağız birbirimize. o anlamadığım şeyin varlığını hayretle kanıtlayıp ayrılacağız yine.

yine gel.

5 Şubat 2010 Cuma

safra


gidecek deniz yoksa iç suyunu içine akıtırsın.
bu suyla boğulmadan ölmek de mümkün üstelik.

nereden aklıma geldi bilmiyorum.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Tethys, Anumati ve Nuit

ay beyazdı.sanki önceleri bu kadar beyaz gelmemişti gözüne. deniz durgundu.kıyıyla bir gerilimi yoktu o akşam, yavaşça çalkalanıyordu. ayın beyaz ışığı diğer gecelerden daha hızlı bir biçimde yer değiştiren bulutlardan sızarak başka başka biçimlerde aksediyordu suyun karanlık çalkantısına. küçük, kırık, parlak taşlar serpiyordu suya.ay beyazdı ve çok güzeldi.
yüzünü çevirip çok renkli, parlak, yassı bir ekrana bakmak içini acıttı. köpekler bile sokaktaydılar, kediler ve kuşlar da. ıslak çimlere basıyordular üstelik. başıboştular. soğuk bir bardak su içerek tekrar baktı siyah beyaz geceye. orada, o cama vuran televizyon renklerinin içinde öyle adoğal öyle dijitaldi ki aksi! kızdı, belki utandı da biraz. televizyonu kapattı. balkon kapısını açtı, eşiğe yaslandı. böyle sessiz ve karanlıkken olduğu yer düşünmek ne yazık ki kaçınılmazdı. acilen müziğe ihtiyaç vardı: kaçar gibi odaya girdi, aile yadigarı müzik setinin tozlu düğmesine dokundu. sonra, koltuğun koluna atılı anne örgüsü şalını omzuna aldı. hava, esintisiz fakat serindi; yumuşak ve hoş kokuyordu. ayın bu yüzü ne pürüzsüz!, diye içinden geçirdi. ayın diğer yüzlerini de görmek isterdi. seyehati sevmezdi. aslında seyahati değil de yeni yatakları, yeni insanları, başka dilleri sevmezdi. birkaç dil daha bilmek istedi. iç çekti. "keşke" dedi. ne diledi, bilmiyorum.

2 Şubat 2010 Salı

romantizasyon

depersonalizasyon bozukluk*

sahne 1. felsefe olimpiyatı, sınav salonu. sınav öncesi müthiş rahat, neşeli, özgüvenli olsam da sınava gireceğim sirayı seçerken daha diyalog düşünmeler başlamıştı.nedense iki ses yaratıp tartışmalı düşünmeye başlamıştım. komikti. filozof takılmanın dibine ancak o kadar düşük bir felsefe bilgisiyle ulaşacağımdan bu hal normal de sayılırdı. sınav başladı. sınıfta bir sinek vardı. sineği izledim. salak bir hafiflik ve hiçlik içindeydim. sırada oturmuyormuş gibiydim. sanki kapıda dikilip izledim kendimi, sıralar arasında dolaştım, hoca masasının üstüne oturdum. yazıyı ancak son 45 dakikada yazmaya başladım. epeyce bir süre öyle aptal aptal oturmuşum. güya stres, güya panik...
sahne 2. ortaokul(ilköğretim lafını sevmiyorum) son sınıfta töder mi özdebir mi öyle bir sınav vardı. pek de sevmezdim öyle yarışmacı sınavları falan. herneyse. yağmurlu bir mayıstı diye uyduracağım. karanlık büyük bir sınıftı. sıralar griydi. eski, karamsar bir binaydı. sınav boyunca sandalyede oturan kendimi izledim. sonra oturduğum yerden sıraların arasında dolaşan kendimi izledim. kızdım. ateşim çıksın istedim. bir saatten fazla sürede 10 soru mu çözmüştüm 15 mi yoksa? zamanın geçtiğini hissetmemiştim. sınavı terk etmiştim.
sahne 3. siyasi tarih 3 sınavı. kabul, daha sabah yeşil sweatshirt'ü giyerken beni rezil bir gün beklediğini ya da günün rezil bir bana katlanmak zorunda olduğunu biliyordum. stres, huzursuzluk, hazırlıksızlık, panik vs. vs. -hiç de sevmiyorum dersler konusunda şu hallere girmeyi ama- hoca annemin eski deli hallerini hatırlatıyor, üzerimde çocukluktan kalma çocukça bir gerginlik yaratıyordu. sınıfı, kulağıma çalınan sınav öncesi sözleri hatırlıyorum. oturuşumu onlarca kez düzeltip absürd şeyler düşündüm. içimden güldüm birkaç saçma şeye. mesela bir harfi yazmayı unutup "p"ye benzeyen "f"lerimi kağıt üzerinde düzelttim. "şey" her zaman ayrı mı yazılır diye düşündüm. aklım bomboştu. yine salonda dolaşıp kendimi bekledim. hatta sıkıldım kendimi beklerken. falan filan...
hep sınavlarda da değil. bazen kitap okurken, bazen kendi kendime pozlanıp pencereden sokağı izlerken, yürürken, en çok da yalnızken kendimi izleyen, etrafta aheste gezinen bir ben uyduruyorum.

aman yarabbim!

* 1. bu hastalık genelde diktatörlerde görülür. toplumda tektipleşmeye (yoksa "koyunlaşma" mı dese idik?) yol açar*.
(egiboy, 08.11.2002 03:07 ~ 03:27)
2. disosiyatif bozukluklar arasındadır. kişinin mental süreçlerinden ya da bedeninden ayrıldığı hissinin olduğu ya da sanki bunlara dışardan bir gözlemciymiş gibi bakıyor olduğu, sürekli ya da yineleyen yaşantıların olmasıdır. bu yaşantılar sırasında gerçeği değerlendirme yetisi bozulur. zaman zaman derealizasyon, mikropsi ve makropsi de görülür.
(topuklu, 13.02.2005 01:58 ~ 20:42)


ve dört işlem becerisinde zayıflık
sözcükleri eksik ya da harflerin yerlerini değiştirerek yazmak
yavaş ve eksik okuma
gerçeğe çok yakın rüyalar
dizi rüyalar falan filan... vay be.