ağlanacak bir durum doğmuştu ama elinde bıçak meyve yiyordu koltukta, ağlayamadı.bu meyvelerde tabii-tıbbi bir mutluluk var, diye geçirdi içinden.
ağlanacak bir durum yoktu sonraki bir zamanda.öğle vakti radioheadvari bir iç sıkıntısı duymuştu.vitamin haplarını yutmuştu kahvaltı niyetine.modern bir ağlamaklık doğmuştu içine.ölmüştü sonra.
gecenin sabahla karıştırılabilecek bir saatinde haneke izlemişti. neden böyle acımasızca rahatsız ediyordu kendini, bilemiyordu. belki bir sebebi üçüncü tekilden yaklaşmasıydı kendi öz yaşantısına.üçüncü tekillikte karışmak isteğiydi belki de diğer olası yaşam tarzlarına.
kurşunla mı yazsam tükenmezle mi diye düşündü.kurşunun mürekkepten daha tükenmez bir madde olduğunu düşünerek alman malı, holocaust icadı kurşunu tercih etti.ne fark ederdi?
eline ilginç bir kitap aldı.güzel zamanlar, güzel mekanlar tasavvur eden kitapları severdi.biraz inceledi.çay demledi. şunları okudu:
"-yoksuluz, yarı tanrı değil.
-kederleneceğimiz bir sürü şey var ve bir altın çağa giriyor değiliz.
-nazikçe bir yaklaşıma; zorbalığa karşı bir ruha gereksinimimiz var; ve küçük güzeldir.
-doğrunun egemenliğini sağlamamız gereklidir.
-ancak bunlar bizi barışçıl kılabilecektir. " metanetli olmalıydı.
ne yapacağını bilemedi başka bir zamanda.her zamanki gibi iki artı iki beş etti, sürpriz olmadı.
31 Aralık 2009 Perşembe
30 Aralık 2009 Çarşamba
arkhe
bembeyaz bir duman, öyle cilvelisinden de değil, sevdiğin bir ateşten doğma bir duman şimdi dudaklarında.hani o daha küçücük bir alevken almıştın avcuna.küçük bir kız çocuğu kadar neşeliydi o zamanlar.çabuk büyümüştü.kızıl bir kadın olmuştu sen daha ona masal anlatma hevesini tüketmemişken.anasına kötülük babasına düşmanlık etmişti onbeşinde.onaltınsa namı şehrin bütün düz ve meslek liselerine yayılmıştı.en çok da kömür gözlü kızlar anardı onun adını, pek sevimsiz sıfatlarla. o oldukça memnundu bu durumdn keza.pek akılsız, pek arabesk oğlanları yakmakla başladı ateşlik yaşamı.herakleitosla devingen bir aşk yaşadı sonra.ne ki ikisi de bilirlerdi bir nehirde iki kez yıkanılmayacağını, bir ayrılık sonları oluverdi.sonra toparlayamadı kendini bir daha.de ki hava değişikliğinden, kim inkar edebilir? başka yanma biçimleri öğütledilerse de ona, kulak asmadı. adam ha bire değişir diyordu, geçer diyordu bir filozof çalımıyla.ateş önce kendini yaktı hem de en kor çağında kimbilir kimin dudaklarının arasında.aşk dedikleri şey bembeyaz bir duman, öyle cilvelisinden de değil, yalnız bir zamanlar sevilen bir ateşten doğma bir duman dudaklarında.
29 Aralık 2009 Salı
28 Aralık 2009 Pazartesi
27 Aralık 2009 Pazar
nil
elif'in ikinci adı, benim koyduğum adı, gelecekte severek kullanacağı adıdır.nedenleri çeşitli, öncelikle türkçe karakter içermemesi ve ingilizcede de bir tekabülünün oluşu, fonetik oluşu, kısa oluşu, abiminki gibi kızının adının da benimkinin içinde varoluşu (vay be!) ve bunların nedenlerin hepsinin benim tarafımdan öyle hemen sorulur sorulmaz üretilmiş olmasıdır.bir şey daha var ki nil karaibrahimgil'in tatlı, çocuksu, "ay bir kızım olsa da bunun gibi olsa" dedirten havasıdır.bugün deniz itiraf etti nil sevdiğini, dedim ayıp değil sen bana bak! abim de sever. hatta otuz yaşında bir "işadamı" olmasına rağmen iphone'nunda nilin yeni albümünün tamamını taşıyıp bak bu çok hoş deyip şu şarkıyı dinletmiş, beni bir kez daha kalbimden yaralamıştır: yalnız kalpler de atarlar nil'ler iyidir nil'ler...
benim ismim ise hepinizin bildiği gibi abim tarafından koyulmuştur.yoksa mazallah ecem olacak imişim, abim korumuş. dokuz yaşında bir çocuk olarak böyle bir seçim yapmış olması beni hep şaşırtmıştır, aferin valla.üstelik benim adım da enternasyonel geçerliliği olan bir addır, vize işlemlerinde anladığım ve dayımın bilgilendirdiği üzere.gavurcam eileen'dir, aylin diye okunur tıpa tıp.burdan batıya doğru ilerledindiğinde yol üstünde her yerde kullanılır. hatta adıma pek kötü şarkılar vardır everybody loves eileen gibi...şimdi öğrendim ki bob dylan da adımı söylermiş: eileen aroon
iyi, güzel.
benim ismim ise hepinizin bildiği gibi abim tarafından koyulmuştur.yoksa mazallah ecem olacak imişim, abim korumuş. dokuz yaşında bir çocuk olarak böyle bir seçim yapmış olması beni hep şaşırtmıştır, aferin valla.üstelik benim adım da enternasyonel geçerliliği olan bir addır, vize işlemlerinde anladığım ve dayımın bilgilendirdiği üzere.gavurcam eileen'dir, aylin diye okunur tıpa tıp.burdan batıya doğru ilerledindiğinde yol üstünde her yerde kullanılır. hatta adıma pek kötü şarkılar vardır everybody loves eileen gibi...şimdi öğrendim ki bob dylan da adımı söylermiş: eileen aroon
iyi, güzel.
25 Aralık 2009 Cuma
sıhhiye
sıhhiye'de saat iki (orada kaç?), ara sıra dtcf'nin önünde durmaya karar veriyorum.o kalabalık, hengame (ilk kez yazıyorum galiba bu sözcüğü), telaş, karmaşa tam tersine lirik bir izlenim aksediyor insana.(her insana öyle etmiyordur belki, ben yalnız biri adına konuşurum.) ince bir kitaba başladım bir süre bitmesini istemediğim o gönüllü bekleyişte; enis batur'un sır adlı öyküsüne.hoştu, uydu. önümden onlarca insan geçti, çok çeşitli. çok renkli kazakları olan şiş göbekli avare (bilmem akıllı mı deli mi) abileri sevdim en çok.evet, hepsinin renkli kazakları vardı üstlerinde. o kadar renk hiçbir akla sığmaz, taşardı zaten. ben siyahlar içinde bir duvarın içine doğru sinmiş, susmuş, beklerken onlar yürüyor, konuşuyorlar kendi kendilerine, bir bekleyişten çok uzak üstelik belki hiç beklentisizce geçiyorlardı. bir de kırçıllı eski moda dar uzun eteği üstüne mor, kendine birkaç beden büyük kısa bir mont giyen esmer, ince kadını hatırlıyorum.(şimdi televizyon mu izliyordur?) (kime ne?) bana çok samimi ve sevecen bir edayla laf atan yeşil önlüklü kebapçı çırağını da affediyorum. ve hatta ardından gülümsediğimi itiraf ederek...
kızılay'da saat altı (ki başka mekanların çok daha geç saatlerine tekabül eder), tamamen aklı karışmış, ne yapmak istediğini bilemez vaziyette metro istasyonunda bir oraya bir buraa yürüyor, zaman zaman duraksayıp geldiğim istikamete yeniden yöneliyor etrafın sempatisini(ki içinde biraz acıma da var) kazanıyorum. (belki de onlar sevimli bulmuyorlar bu hali benim kadar, ne bilirim ki!)sonunda bir iki dergi, yirmi otuz (asıl sayı yirmibeş) tane de film alıyorum kızılaydan. elbette bergman havasındayım, elbette! sonra yürümek istiyorum; yürüyorum. niyetim cebeciye ulaşmakken (ki pek basit bir tarifle anlatılabilir bir yoldur) yine yanlışlıkla sıhhiyeye çıkıyorum. saat altı buçuğu geçmiştir sıhhiyede (ki karanlığı daha geç bir saati anımsatır bizlere) kalabalık ne tarafa yönelirse o tarafa gidiyorum. aslında her halimde anlaşılır bir kaybolmuşluk var. kafamı kaldırıp binalara bakıyorum, insanlar öyle yaparlar kaybolayazdıklarında diye. teneke bir köprüde yalnız kalıyorum. yolun iki yakası da uçsuz geliyor. inip tekrar bir kalabalık bulmaya çalışıyorum. çok karmaşık karayolları engel oluyor istediğim kaldırımlarda yürümeme. fark ediyorum ki yol yeniden kızılaya yürümüş, sakaryaya bu sefer. nefese gidiyormuş o kalabalık meğer, iyi eğlenceler diliyorum. gerisin geri dönüyorum büyük caddelere. tıka basa dolu otobüsler geçiyor. birden ne bozuk paramın ne de egomun olduğunu anımsıyorum. taksi hiç cazip gelmiyor. kaybolup durmakta bir eğlence görüyorum. (siyah keçe trençkotum inceden renklenir gibi oluyor.)işte milli piyango binası yeniden, başladığım yere dönmüş bulunuyorum.(yılbaşı bileti almamakta ısrarcıyım) bir tur daha atıyorum kızılayda, bu sefer belki birilerine rastlarım diye.yol sormak için değil hatta ayaküstü konuşmak için de değil yalnızca uzaktan görüp geçmek için.görmüyorum. bu huzur verici kalabalıktan yalnız,küçük, huzursuz odama belki sır'ı bitirmek belki bir güzel film izlemek üzere (bir bergman hatta belki bir tarkovsky)gitmek istiyorum. belki de yoruldum, söylenecek kimse olmadığından anlamazdan geldim yorgunluğumu.dönmek geldi içimden diyelim. (ve döndüm de.)
dengue fever- monsoon of perfume
-ama burada saat onikiyi geçseydi belki başka bir kaybolmak mümkün olabilirdi: (abime selam ederek anımsarım) karanlığın içinden -
kızılay'da saat altı (ki başka mekanların çok daha geç saatlerine tekabül eder), tamamen aklı karışmış, ne yapmak istediğini bilemez vaziyette metro istasyonunda bir oraya bir buraa yürüyor, zaman zaman duraksayıp geldiğim istikamete yeniden yöneliyor etrafın sempatisini(ki içinde biraz acıma da var) kazanıyorum. (belki de onlar sevimli bulmuyorlar bu hali benim kadar, ne bilirim ki!)sonunda bir iki dergi, yirmi otuz (asıl sayı yirmibeş) tane de film alıyorum kızılaydan. elbette bergman havasındayım, elbette! sonra yürümek istiyorum; yürüyorum. niyetim cebeciye ulaşmakken (ki pek basit bir tarifle anlatılabilir bir yoldur) yine yanlışlıkla sıhhiyeye çıkıyorum. saat altı buçuğu geçmiştir sıhhiyede (ki karanlığı daha geç bir saati anımsatır bizlere) kalabalık ne tarafa yönelirse o tarafa gidiyorum. aslında her halimde anlaşılır bir kaybolmuşluk var. kafamı kaldırıp binalara bakıyorum, insanlar öyle yaparlar kaybolayazdıklarında diye. teneke bir köprüde yalnız kalıyorum. yolun iki yakası da uçsuz geliyor. inip tekrar bir kalabalık bulmaya çalışıyorum. çok karmaşık karayolları engel oluyor istediğim kaldırımlarda yürümeme. fark ediyorum ki yol yeniden kızılaya yürümüş, sakaryaya bu sefer. nefese gidiyormuş o kalabalık meğer, iyi eğlenceler diliyorum. gerisin geri dönüyorum büyük caddelere. tıka basa dolu otobüsler geçiyor. birden ne bozuk paramın ne de egomun olduğunu anımsıyorum. taksi hiç cazip gelmiyor. kaybolup durmakta bir eğlence görüyorum. (siyah keçe trençkotum inceden renklenir gibi oluyor.)işte milli piyango binası yeniden, başladığım yere dönmüş bulunuyorum.(yılbaşı bileti almamakta ısrarcıyım) bir tur daha atıyorum kızılayda, bu sefer belki birilerine rastlarım diye.yol sormak için değil hatta ayaküstü konuşmak için de değil yalnızca uzaktan görüp geçmek için.görmüyorum. bu huzur verici kalabalıktan yalnız,küçük, huzursuz odama belki sır'ı bitirmek belki bir güzel film izlemek üzere (bir bergman hatta belki bir tarkovsky)gitmek istiyorum. belki de yoruldum, söylenecek kimse olmadığından anlamazdan geldim yorgunluğumu.dönmek geldi içimden diyelim. (ve döndüm de.)
dengue fever- monsoon of perfume
-ama burada saat onikiyi geçseydi belki başka bir kaybolmak mümkün olabilirdi: (abime selam ederek anımsarım) karanlığın içinden -
22 Aralık 2009 Salı
21 Aralık 2009 Pazartesi
oda
Duvarlar şampanya sarısı, kare masa meşe, sandalyeler kahvehane. Yere bir döşek atılmış, altında incelmiş bir kilim. Sigara kolilerinden yapılma kitaplığa onlarca kitap dizilmiş, kaçı okunmuş, kimi sevilmiş bilinmese de bir özen var dizilişte; en altta romanlar, sol köşede sözlükler, göğüs hizasındaki dağınık rafta şiirler… küçük bir dolap içinde bir iki nevresim, bir Sümerbank battaniye, bir yastık. havada beyaz kıvrak bir duman dolanıyor; içerde bir acayip tütün kokusu, yumuşak. öyle bir yer ki yirmi üç saat gece ve yirmi ikisinde çakırkeyf bir boşverme. Hem bir aşk var içinde acısı ince, nemli, kanlı, sancılı; hem bir yalnızlık var umutlu, çoğulcu, dertli, dağlı. Mayalı duygular var; susuz, keskin, tatlı dilli dertler var masanın üstünde. yatakta ahlaksız bir sevişmek, kitaplıkta yakılma korkusu…
pencereler ve kapı bipolar bozukluktan müzdarip.
garip...
pencereler ve kapı bipolar bozukluktan müzdarip.
garip...
19 Aralık 2009 Cumartesi
tanıştığımıza memnun oldum

"and in the sea there is a fish/ a fish that has a secret wish/ a wish to be a big cactus/ with a pink flower on it." gibi bir şey olan duygu atçeken pek çok başka biçimde de anlatılabilir ama hiçbiriyle tam olarak anlaşılamaz.sevgili atçeken bir daha asla yapmam deyip elinde olmadan tekrar yaptığın şeyler gibidir(gecenin bir yarısı buzdolabına dadanmak gibidir mesela).özel halk otobüsü monologlarım nedeniyle pek çok aforizmam bulunmaktadır üzerine.tespitlerim pek-aladır nazarında: çok söyletir, nadiren dinler, hiç umursamaz.kavga etmek kolay ama sonuçsuzdur kendisiyle, "ben böyleyim"i dayatır her seferinde.yumurta kafalıdır, vallahi de zeki değil aptaldır.ahmetin tespitiyle tek tek bütün organları (ağzı, burnu, tatar gözleri vs.) çirkindir ama hepsi bir arada hoş olmuştur.özgündür, özgürdür, serbest çağrışımı literatürümüze katandır.bu sebeplerden kendini bir bok zanneder, sandığından daha az bir boktur fakat bir boktur atçeken.o, daha evvel de söylediğim gibi, alışakanlık yaratan bir sinir bozukluğudur.dilinden anlamak zordur, anlayanı da ya pek azdır ya da yoktur.çocuktur.çok konuşur.yorucudur.uzun süre birlikte olması zordur.her manada zordur esasen.daha söylenecek çok şey vardır ama hepsini söylemenin lüzumu yoktur.ama dosttur.can dosttur.
ah ayartan yar, lafları iyi belle: bir kaşık bal
duygu atçeken enteresan bir karakterdir.
17 Aralık 2009 Perşembe
şarlo
bu.
"I'm sorry, but I don't want to be an emperor. That's not my business. I don't want to rule or conquer anyone. I should like to help everyone if possible - Jew, Gentile - black man - white.
We all want to help one another. Human beings are like that. We want to live by each other's happiness - not by each other's misery. We don't want to hate and despise one another. In this world there's room for everyone and the good earth is rich and can provide for everyone.
The way of life can be free and beautiful, but we have lost the way. Greed has poisoned men's souls - has barricaded the world with hate - has goose-stepped us into misery and bloodshed. We have developed speed, but we have shut ourselves in. Machinery that gives abundance has left us in want. Our knowledge has made us cynical; our cleverness, hard and unkind. We think too much and feel too little. More than machinery we need humanity. More than cleverness, we need kindness and gentleness. Without these qualities, life will be violent and all will be lost.
The aeroplane and the radio have brought us closer together. The very nature of these inventions cries out for the goodness in man - cries for universal brotherhood - for the unity of us all. Even now my voice is reaching millions throughout the world - millions of despairing men, women, and little children - victims of a system that makes men torture and imprison innocent people. To those who can hear me, I say: 'Do not despair.' The misery that is now upon us is but the passing of greed - the bitterness of men who fear the way of human progress. The hate of men will pass, and dictators die, and the power they took from the people will return to the people. And so long as men die, liberty will never perish.
Soldiers! Don't give yourselves to brutes - men who despise you and enslave you - who regiment your lives - tell you what to do - what to think and what to feel! Who drill you - diet you - treat you like cattle, use you as cannon fodder. Don't give yourselves to these unnatural men - machine men with machine minds and machine hearts! You are not machines! You are not cattle! You are men! You have the love of humanity in your hearts. You don't hate, only the unloved hate - the unloved and the unnatural!
Soldiers! Don't fight for slavery! Fight for liberty! In the seventeenth chapter of St Luke, it is written the kingdom of God is within man not one man nor a group of men, but in all men! In you! You, the people, have the power - the power to create machines. The power to create happiness! You, the people, have the power to make this life free and beautiful - to make this life a wonderful adventure. Then in the name of democracy - let us use that power - let us all unite. Let us fight for a new world - a decent world that will give men a chance to work - that will give youth a future and old age a security.
By the promise of these things, brutes have risen to power. But they lie! They do not fulfil that promise. They never will! Dictators free themselves but they enslave the people. Now let us fight to fulfil that promise! Let us fight to free the world - to do away with national barriers - to do away with greed, with hate and intolerance. Let us fight for a world of reason - a world where science and progress will lead to all men's happiness. Soldiers, in the name of democracy, let us unite!"
ilk izleyişime aracı olan inançlı, onurlu, güzel insan gürkan'ı anarak...
"I'm sorry, but I don't want to be an emperor. That's not my business. I don't want to rule or conquer anyone. I should like to help everyone if possible - Jew, Gentile - black man - white.
We all want to help one another. Human beings are like that. We want to live by each other's happiness - not by each other's misery. We don't want to hate and despise one another. In this world there's room for everyone and the good earth is rich and can provide for everyone.
The way of life can be free and beautiful, but we have lost the way. Greed has poisoned men's souls - has barricaded the world with hate - has goose-stepped us into misery and bloodshed. We have developed speed, but we have shut ourselves in. Machinery that gives abundance has left us in want. Our knowledge has made us cynical; our cleverness, hard and unkind. We think too much and feel too little. More than machinery we need humanity. More than cleverness, we need kindness and gentleness. Without these qualities, life will be violent and all will be lost.
The aeroplane and the radio have brought us closer together. The very nature of these inventions cries out for the goodness in man - cries for universal brotherhood - for the unity of us all. Even now my voice is reaching millions throughout the world - millions of despairing men, women, and little children - victims of a system that makes men torture and imprison innocent people. To those who can hear me, I say: 'Do not despair.' The misery that is now upon us is but the passing of greed - the bitterness of men who fear the way of human progress. The hate of men will pass, and dictators die, and the power they took from the people will return to the people. And so long as men die, liberty will never perish.
Soldiers! Don't give yourselves to brutes - men who despise you and enslave you - who regiment your lives - tell you what to do - what to think and what to feel! Who drill you - diet you - treat you like cattle, use you as cannon fodder. Don't give yourselves to these unnatural men - machine men with machine minds and machine hearts! You are not machines! You are not cattle! You are men! You have the love of humanity in your hearts. You don't hate, only the unloved hate - the unloved and the unnatural!
Soldiers! Don't fight for slavery! Fight for liberty! In the seventeenth chapter of St Luke, it is written the kingdom of God is within man not one man nor a group of men, but in all men! In you! You, the people, have the power - the power to create machines. The power to create happiness! You, the people, have the power to make this life free and beautiful - to make this life a wonderful adventure. Then in the name of democracy - let us use that power - let us all unite. Let us fight for a new world - a decent world that will give men a chance to work - that will give youth a future and old age a security.
By the promise of these things, brutes have risen to power. But they lie! They do not fulfil that promise. They never will! Dictators free themselves but they enslave the people. Now let us fight to fulfil that promise! Let us fight to free the world - to do away with national barriers - to do away with greed, with hate and intolerance. Let us fight for a world of reason - a world where science and progress will lead to all men's happiness. Soldiers, in the name of democracy, let us unite!"
ilk izleyişime aracı olan inançlı, onurlu, güzel insan gürkan'ı anarak...
13 Aralık 2009 Pazar
yürüyüş
kapıyı hafifçe kapattı.yavruağzı renginde anahtarlığına asılı anahtarlarını(ki yalnızca iki anahtarı vardır) her zamanki gibi çantasının açık ön gözüne attı-kapısı belirsiz bir anahtarı kim ne yapsındı-.eliyle cüzdanını alıp almadığını yokladı. fermuarlı gözde eline şişkince bir dikdörtgen geldi.sorumlulukları yanındaydı, yanında gezdirdiği tek zevki ise siyah trençkotunun sol cebinde.telefonlarını bilerek dairesinde unuttu.gerek olmayacaktı.
bu kez beyaz ve temiz merdivenleri kullandı.dört kat, beş uzun koridor geçti.kapıyı iterek açtı, ilk açık nefesini uzun aldı.o çirkin, haşmetli binayı ardında bırakırken ne dinlemek istediğine dair önemli bir karar aldı.sonradan anlayacaktı ki, ne seçse yanlış olmayacaktı.durdu, kulaklıklarını taktı, müzik çalarıyla kısa bir süre oynadı, aradığı buydu.(chapter 3)
akşamla öğle arasında, akşama yakın bir zamandaydı.akşamüzeri, kuşluk vakti, öğleden sonra gibi kavramlar onun için hala genelgeçer anlamlarına oturmamaış, şaibeli kavramlardır.güneşin battığı yöne doğru yürümeye başladı.başladı diyorum çünkü devam edecek ve bir süre durmayacaktı.yoldan bir beklentisi yoktu.zaten birileriyle karşılaşma ihtimali oldukça düşüktü yenisi olduğu o kentte.bir çocuk aramadı, ihtiyar cumhuriyetçi bir çift aramadı, liseli çocuklar aramadı; hiçbir mana aramadı yolda.yola bir durak koymadı.hiçbir yere gitmiyor yalnızca yürüyordu.(chapter 5)
güneş batarken doğarkenkinden daha umutlu sanki, diye düşündü.gök turuncuydu.turuncu karaktersiz bir renkti nezdinde ama mavinin üstündeki tozlu halini severdi.boynunda annesinin ördüğü karaktersiz turuncu bir atkı sarılıydı.atkı şıklık kaygısından olabildiğince uzaktı.yumuşak ve sıcaktı.belki başka zaman olsa çoktan yorulmuş olurdu ama o zaman yorulmak hiç aklına gelmeyecekti.
o aheste, zaman süratliydi.kafasını kaldırıp kontrol ettiği kadarıyla bulutlar süratle renk değiştirip güneşe doğru yol alıyorlardı.o zaten ne bulutlardan hava tahmini çıkarabilir ne de meteorolojinin öngörüsüne güvenirdi.hem habersiz bir yağmur onu ancak mutlu ederdi.ki hayatında pek az şeye şaşar, şaştıklarının pek azına böyle çocuk bir sevinç besleyebilirdi.bir süre aklından geçen onlarca düşünce arasına ince bağlar dokuyarak, sonra aniden bir korna sesiyle mesela irkilip düşüncesinden uyanarak, dikkatini makul düzeyde işler kılmaya çabalayarak yürümeye devam etti.ve işte,nihayet, yağmur üzerine üç damla çiseledi. (chapter 2)
yağmur hızlandı.yağmur olabilecek en güzel şeydi- belki de tüm zamanlar için öyleydi.yağmur sözcükler gibi güzeldi.
yorulmadan, hiçbir anahtara en ufak bir aidiyet hissetmeden, yönsüzce, amaçsızca, durmadan, sorgulamadan, nitelemeden, karanlık bir boşlukta uzanır gibi başka bir eylem ihtimalini düşünmeksizin yürüdü.yağmur için yağmak neyse onun için yürümek de oydu. (chapter 7)
(...)
bu kez beyaz ve temiz merdivenleri kullandı.dört kat, beş uzun koridor geçti.kapıyı iterek açtı, ilk açık nefesini uzun aldı.o çirkin, haşmetli binayı ardında bırakırken ne dinlemek istediğine dair önemli bir karar aldı.sonradan anlayacaktı ki, ne seçse yanlış olmayacaktı.durdu, kulaklıklarını taktı, müzik çalarıyla kısa bir süre oynadı, aradığı buydu.(chapter 3)
akşamla öğle arasında, akşama yakın bir zamandaydı.akşamüzeri, kuşluk vakti, öğleden sonra gibi kavramlar onun için hala genelgeçer anlamlarına oturmamaış, şaibeli kavramlardır.güneşin battığı yöne doğru yürümeye başladı.başladı diyorum çünkü devam edecek ve bir süre durmayacaktı.yoldan bir beklentisi yoktu.zaten birileriyle karşılaşma ihtimali oldukça düşüktü yenisi olduğu o kentte.bir çocuk aramadı, ihtiyar cumhuriyetçi bir çift aramadı, liseli çocuklar aramadı; hiçbir mana aramadı yolda.yola bir durak koymadı.hiçbir yere gitmiyor yalnızca yürüyordu.(chapter 5)
güneş batarken doğarkenkinden daha umutlu sanki, diye düşündü.gök turuncuydu.turuncu karaktersiz bir renkti nezdinde ama mavinin üstündeki tozlu halini severdi.boynunda annesinin ördüğü karaktersiz turuncu bir atkı sarılıydı.atkı şıklık kaygısından olabildiğince uzaktı.yumuşak ve sıcaktı.belki başka zaman olsa çoktan yorulmuş olurdu ama o zaman yorulmak hiç aklına gelmeyecekti.
o aheste, zaman süratliydi.kafasını kaldırıp kontrol ettiği kadarıyla bulutlar süratle renk değiştirip güneşe doğru yol alıyorlardı.o zaten ne bulutlardan hava tahmini çıkarabilir ne de meteorolojinin öngörüsüne güvenirdi.hem habersiz bir yağmur onu ancak mutlu ederdi.ki hayatında pek az şeye şaşar, şaştıklarının pek azına böyle çocuk bir sevinç besleyebilirdi.bir süre aklından geçen onlarca düşünce arasına ince bağlar dokuyarak, sonra aniden bir korna sesiyle mesela irkilip düşüncesinden uyanarak, dikkatini makul düzeyde işler kılmaya çabalayarak yürümeye devam etti.ve işte,nihayet, yağmur üzerine üç damla çiseledi. (chapter 2)
yağmur hızlandı.yağmur olabilecek en güzel şeydi- belki de tüm zamanlar için öyleydi.yağmur sözcükler gibi güzeldi.
yorulmadan, hiçbir anahtara en ufak bir aidiyet hissetmeden, yönsüzce, amaçsızca, durmadan, sorgulamadan, nitelemeden, karanlık bir boşlukta uzanır gibi başka bir eylem ihtimalini düşünmeksizin yürüdü.yağmur için yağmak neyse onun için yürümek de oydu. (chapter 7)
(...)
10 Aralık 2009 Perşembe
9 Aralık 2009 Çarşamba
ya'lama
hayır uyuyamamak da nerden çıktı?
düşünüyorum.tesadüfen bir fikir takılıyor aklıma: dünyanın üçte ikisi değildir diyorum deniz.kesin daha karmaşık bir orandır da o, yuvarlıyordur dangalak coğrafyacılar. herşeyi küsürüyle öğreniyoruz, bir bu mı kaldı diyorum yuvarlamaya? coğrafyacılar naiftir diyorum, çocuklarına coğrafi isimler takarlar (gülben ergen gibi mesela). lakin matematikçiler bir o kadar ukala ve sahte odtü mezunudurlar (recai odtülü mü ya?).sen de söyle coğrafyacı dünyanın eni kaç, boyu kaç, kilosu ne,kaçta kaçı su kaçta kaçı kara?önemli bunlar, yuvarlama kafandan öyle.
bir daha düşünüyorum, onlar mantıklı diye yazmıyorum.
bir haftadır sanki yapacak bir işim var da ben aptal gibi unutuyorum.her an dilime "ütünün fişini çektim mi ya?" demek yaklaşıyor.
-farkındaysanız bütün içten sorularımın sonunda "ya"lıyorum, konuşmayı öğrendiğimden bu yana öyle yapıyorum.elbette biliyorsunuz ne gerek var ki yazmaya (ya)-
üç sayfa okusam uyuyacağım ama "kitap uyumak için değil uyanmak içindir" der diye bir gerizekalı dilbaz yapmıyorum.gerizekalı da olsa şimdi odamda çamaşırlığın olduğu yere tam acayip biri inse peygamber gibi ne güzel olurdu (ya).sıkıldım, uykum kaçtı.
ve her kitap uyandıracak diye bir şey yok ki gerizekalı.tuna kiretmiçi de yazıyor demek istemiyorum çünkü adamcağızı hiç okumadım öyle kitlesel bir ağız alışkanlığıyla aşağılamak da istemiyorum.belki geceleri uyanarak okuyordur o da.hem kitlenin kendisi gerizekalı zaten.tuna kiretmitçi iyi yazar olmalı diyorum o halde.
düşünüyorum tekrar.ne düşündüğünü söylemeye ne gerek var?
düşünüyorum.tesadüfen bir fikir takılıyor aklıma: dünyanın üçte ikisi değildir diyorum deniz.kesin daha karmaşık bir orandır da o, yuvarlıyordur dangalak coğrafyacılar. herşeyi küsürüyle öğreniyoruz, bir bu mı kaldı diyorum yuvarlamaya? coğrafyacılar naiftir diyorum, çocuklarına coğrafi isimler takarlar (gülben ergen gibi mesela). lakin matematikçiler bir o kadar ukala ve sahte odtü mezunudurlar (recai odtülü mü ya?).sen de söyle coğrafyacı dünyanın eni kaç, boyu kaç, kilosu ne,kaçta kaçı su kaçta kaçı kara?önemli bunlar, yuvarlama kafandan öyle.
bir daha düşünüyorum, onlar mantıklı diye yazmıyorum.
bir haftadır sanki yapacak bir işim var da ben aptal gibi unutuyorum.her an dilime "ütünün fişini çektim mi ya?" demek yaklaşıyor.
-farkındaysanız bütün içten sorularımın sonunda "ya"lıyorum, konuşmayı öğrendiğimden bu yana öyle yapıyorum.elbette biliyorsunuz ne gerek var ki yazmaya (ya)-
üç sayfa okusam uyuyacağım ama "kitap uyumak için değil uyanmak içindir" der diye bir gerizekalı dilbaz yapmıyorum.gerizekalı da olsa şimdi odamda çamaşırlığın olduğu yere tam acayip biri inse peygamber gibi ne güzel olurdu (ya).sıkıldım, uykum kaçtı.
ve her kitap uyandıracak diye bir şey yok ki gerizekalı.tuna kiretmiçi de yazıyor demek istemiyorum çünkü adamcağızı hiç okumadım öyle kitlesel bir ağız alışkanlığıyla aşağılamak da istemiyorum.belki geceleri uyanarak okuyordur o da.hem kitlenin kendisi gerizekalı zaten.tuna kiretmitçi iyi yazar olmalı diyorum o halde.
düşünüyorum tekrar.ne düşündüğünü söylemeye ne gerek var?
6 Aralık 2009 Pazar
sus ve ...
izninle susmak istiyorum. aksi halde, sevdiğin heykellerine kastedeceğim.sen de beni kırmak isteyeceksin o zaman en ilkel, en içgüdüsel, en haklı sebepleriyle (onların). ki benim kalbim taş olmadığından erken yıkılan olmam yüksek ihtimaldir. herkesle bir dert edindim kendime. canım sadece birşeyler yaşamak istiyor. diyorum nasıl olsa herşey öğretilmişlerin uygulanması, bütün erdemler. ne demek sevmek? ayıp ne demek? mutlu olmak ne demek? mutsuz olmak? ben yalnızca sık sık sıkılıyorum. daralmak ne demek biliyorum. bu hayatın, geçmişin, öngörülü geleceğin bahçesinde sıkılıyorum. dar geliyor. bu benim kendi sorunum falan değil! bu herşeyin kendi sorunu. ben tek başıma böyle büyük bir sorun yaratacak kudrette değilim.sorun yalnızca modernitenin de değil bütün zamanların ortak girdabı bence.
yukardan konuşup benimle "geçici bir süreç" deme bu hislerime.o zaman,eğer halim olursa, seni kırmak isterim.hem süreç dediğin zaten geçicidir, "bu bir süreç" de deme ama düzelterek kendini. bütün kırık beyaz, asil gömlekleri olan yazarlardan öğrendiğim bir bağırma şekli bu.dostoyevski'ye denir mi "bu geçici bir süreç" diye? lütfen. onlar bütün o umutsuz, akıllı sözleriyle elbette üst insandılar. mutluluk basit bir ilkokul temasıdır ve o zaman bile bilemezsin ne çizeceğini; bayrak çizersin, ırmak çizersin, bir kır evi çizersin aptal gibi.şimdi çiz deseler -abidin dino'dan daha akıllıyım- çizmem.kırılana dek.
yukardan konuşup benimle "geçici bir süreç" deme bu hislerime.o zaman,eğer halim olursa, seni kırmak isterim.hem süreç dediğin zaten geçicidir, "bu bir süreç" de deme ama düzelterek kendini. bütün kırık beyaz, asil gömlekleri olan yazarlardan öğrendiğim bir bağırma şekli bu.dostoyevski'ye denir mi "bu geçici bir süreç" diye? lütfen. onlar bütün o umutsuz, akıllı sözleriyle elbette üst insandılar. mutluluk basit bir ilkokul temasıdır ve o zaman bile bilemezsin ne çizeceğini; bayrak çizersin, ırmak çizersin, bir kır evi çizersin aptal gibi.şimdi çiz deseler -abidin dino'dan daha akıllıyım- çizmem.kırılana dek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)