25 Aralık 2009 Cuma

sıhhiye

sıhhiye'de saat iki (orada kaç?), ara sıra dtcf'nin önünde durmaya karar veriyorum.o kalabalık, hengame (ilk kez yazıyorum galiba bu sözcüğü), telaş, karmaşa tam tersine lirik bir izlenim aksediyor insana.(her insana öyle etmiyordur belki, ben yalnız biri adına konuşurum.) ince bir kitaba başladım bir süre bitmesini istemediğim o gönüllü bekleyişte; enis batur'un sır adlı öyküsüne.hoştu, uydu. önümden onlarca insan geçti, çok çeşitli. çok renkli kazakları olan şiş göbekli avare (bilmem akıllı mı deli mi) abileri sevdim en çok.evet, hepsinin renkli kazakları vardı üstlerinde. o kadar renk hiçbir akla sığmaz, taşardı zaten. ben siyahlar içinde bir duvarın içine doğru sinmiş, susmuş, beklerken onlar yürüyor, konuşuyorlar kendi kendilerine, bir bekleyişten çok uzak üstelik belki hiç beklentisizce geçiyorlardı. bir de kırçıllı eski moda dar uzun eteği üstüne mor, kendine birkaç beden büyük kısa bir mont giyen esmer, ince kadını hatırlıyorum.(şimdi televizyon mu izliyordur?) (kime ne?) bana çok samimi ve sevecen bir edayla laf atan yeşil önlüklü kebapçı çırağını da affediyorum. ve hatta ardından gülümsediğimi itiraf ederek...
kızılay'da saat altı (ki başka mekanların çok daha geç saatlerine tekabül eder), tamamen aklı karışmış, ne yapmak istediğini bilemez vaziyette metro istasyonunda bir oraya bir buraa yürüyor, zaman zaman duraksayıp geldiğim istikamete yeniden yöneliyor etrafın sempatisini(ki içinde biraz acıma da var) kazanıyorum. (belki de onlar sevimli bulmuyorlar bu hali benim kadar, ne bilirim ki!)sonunda bir iki dergi, yirmi otuz (asıl sayı yirmibeş) tane de film alıyorum kızılaydan. elbette bergman havasındayım, elbette! sonra yürümek istiyorum; yürüyorum. niyetim cebeciye ulaşmakken (ki pek basit bir tarifle anlatılabilir bir yoldur) yine yanlışlıkla sıhhiyeye çıkıyorum. saat altı buçuğu geçmiştir sıhhiyede (ki karanlığı daha geç bir saati anımsatır bizlere) kalabalık ne tarafa yönelirse o tarafa gidiyorum. aslında her halimde anlaşılır bir kaybolmuşluk var. kafamı kaldırıp binalara bakıyorum, insanlar öyle yaparlar kaybolayazdıklarında diye. teneke bir köprüde yalnız kalıyorum. yolun iki yakası da uçsuz geliyor. inip tekrar bir kalabalık bulmaya çalışıyorum. çok karmaşık karayolları engel oluyor istediğim kaldırımlarda yürümeme. fark ediyorum ki yol yeniden kızılaya yürümüş, sakaryaya bu sefer. nefese gidiyormuş o kalabalık meğer, iyi eğlenceler diliyorum. gerisin geri dönüyorum büyük caddelere. tıka basa dolu otobüsler geçiyor. birden ne bozuk paramın ne de egomun olduğunu anımsıyorum. taksi hiç cazip gelmiyor. kaybolup durmakta bir eğlence görüyorum. (siyah keçe trençkotum inceden renklenir gibi oluyor.)işte milli piyango binası yeniden, başladığım yere dönmüş bulunuyorum.(yılbaşı bileti almamakta ısrarcıyım) bir tur daha atıyorum kızılayda, bu sefer belki birilerine rastlarım diye.yol sormak için değil hatta ayaküstü konuşmak için de değil yalnızca uzaktan görüp geçmek için.görmüyorum. bu huzur verici kalabalıktan yalnız,küçük, huzursuz odama belki sır'ı bitirmek belki bir güzel film izlemek üzere (bir bergman hatta belki bir tarkovsky)gitmek istiyorum. belki de yoruldum, söylenecek kimse olmadığından anlamazdan geldim yorgunluğumu.dönmek geldi içimden diyelim. (ve döndüm de.)
dengue fever- monsoon of perfume

-ama burada saat onikiyi geçseydi belki başka bir kaybolmak mümkün olabilirdi: (abime selam ederek anımsarım) karanlığın içinden -

2 yorum:

  1. “…Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara"da

    Belki bundandı Cemal Süreya"nın Kızılay"da

    Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması…”

    Ahmet Telli

    YanıtlaSil
  2. "Ey şiir arayıcısı ey esrik kişi",
    "Biliyorsun ben hangi şehirdeysem, yalnızlığın başkenti orası."

    (http://siir.gen.tr/siir/c/cemal_sureya/gocebe.htm)

    YanıtlaSil