27 Nisan 2010 Salı

çevirmenin gönülsüz istifası ve kibrit satıcılığına dönüşü

"biliyor musun arkadaşım insanın çürüyor bir yerleri. detone kalmak gibi bilmediğin bir şarkıda."

develer gam taşır, cool çocukların gamlarını. benim akıl karışıklığımı taşır sırtında, sarsar yol boyunca. nedir çatık kaşların üstündeki karışıklık-kırışıklık? ama yetti bu kadar kendimden konuştuğum. bu çakır gevezelik artık benim bile canımı sıktı.hem böyle masalardan hep aç kalkılır.
tanıştığımıza memnunuz (ve hala mutsuzuz).ağrılı ve yavaş yaşamlar dilerim...

bu arada benim adım aylin. seninki nedir?

10 Nisan 2010 Cumartesi

deney

Toplumsal teorilerin bireysel yaşantıma aktarılması kendimi kendime laboratuar gibi hissettirdi. Bizlik kurumu ve ötekileştirme, linç kültürü ve ortak akıl gibi ve benzeri vesair…Düşünen bir fareye dönüşmek öyle kolay kolay rast gelinmeyecek bir deneyim (kafka), tüm bilim adamlarıma teşekkür kırılgan boynumun ahlak borcudur. (Bilim kadınları her deneylerinde yanılıyorlar sanki, fareden korktuklarından mıdır nedir.)

&

yıllar sonra tekrar kant'a sığınmak zorunda kaldığıma bozuldum ve sonra baştan, baştan başa kuruldum. saatleri ve telefonları kapattık yine. taşındık ve açıldık başka biçimde. yüzümüze biraz kara çaldık, karası çalınmış başka yüzler az da olsa aklanmış oldu bu sayede. bu bizi biraz olgunlaştırdı, yakıştı. çoğulluğa karışmak onu-seni-beni yok kıldı.

&

biraz yaşamak iyi geldi. gelgelim alışık olmadığım bir durumdu. şimdi tekrar ölmek ama başka bir yere gömülmek isteğim. yalnız kendi bokuma boğulmak vasiyetimdir.

777

19 Mart 2010 Cuma

gitmek

gitmek istiyorsun, gitmek! yani bir ölçü yitmek istiyorsun buralardan, bu insanlardan. bu koku benim de içimi bulandırıyor, kusamıyorum lafla. her gece yürümek istiyorum, yani bir karanlığın içine girmek istiyorum, yani yitirilmek istiyorum, olmuyor. bu şehirde nöbetçi ışıklar sönmüyor.annem telefon ediyor her akşam.hep bir yerlerde var oluyorum. apaydınlık çağlarda körleşmek istiyorsun. ışıklara karışmak, ışığın içinde gözlerin kapansın, körleş istiyorsun. bir yolun var sanıyorsun. duraksız bir yol yok: her yol iki yer arası ya da her yer iki yol arası...bir yerlerden başka bir yerlere gidiyorsun. aynı gövde, aynı baş içinde kalıyorsun. ben de istiyorum bazen daha küçük bir gövde, daha başka bir baş. olmuyor. kendimden ne etsem yitemiyorum. bilmedik sokakların tedirginliği yok içimde. her yolu birbirine benzetiyorum. işte ağzımda bilmem kaç sözcük, onlarla gidip gelip, onlara dönüp duruyorum. çıkar yol imgelemimde yok, belki bir çıkmaz sokakta doğdum diye. gidebilecek olan hiç durmasın.

ampop-ordinary world -çok dinliyorum-

17 Mart 2010 Çarşamba

öyle fena bir sevinç ki üzülünecek bir şey kalmadığından düştü içime. kaç geceyi sabah ettim, geçmiyor. kendime çatıyorum, geçmiyor.yaksam olmuyor yansam olmuyor...hani bayılmadan önceki son nefesinde doğar ya içine, öyle işte.

rasyolaşmaktayız mütemadiyen

öyle bir rasyolayım ki hani sırf zorunda olduğum için son sınava haftalar öncesinden çalışayım. kendiliğimden akademik yazılardan çala çırpa- görmüş geçirmiş dönmüş de alaya alıp tozunu attırır- yazılar yazayım kuytu köşe dergilere. her yıl ocak ayı alıp ocak ayını doldurup unuttuğum bir ajandam olmasın. sırf ajanda yapraklarını doldurmak için bir şeyler yapayım. gazete okuyayım. bilmek için, zaman zaman lafa girebilmek için, 'best of' albümleri satın alayım. seveyim sevmem lazım gelenleri. neye burun kıvrılacağını sezebilir hale geleyim. bir takım duyarlıklar edineyim gelecek çağdan. tıbbi terimler, psikanalizler kullanayım - elbette konuya hakim olmamakla birlikte- gibi parantezlerle satırları aralayarak. öyle ki bunlar aralanmış iki kadın bacağı gibi cezbetsinler ukala adamları. ve ben tam da rasyomda büyüttüğüm gibi büyümüş rasyotik bir kadın olayım. benim dışımda her şey tipikleşsin artık, artık ben de her şeyi bir şeylerinden ikiye üçe beşe ayırayım ve onun gibileri bileyim hep evvel zamanki deneyimlerimden. değilse de doğru dursun, olası olsun, vakur öngörülerim. ve insanları saymadan seveyim, beklenecek şeyler tüketilmiş, bizzat tarafımca üretilmiş olsun. sanki topluma kıyak çekiyormuşum gibi toplumsallaşarak, ama vurgulanmadan topluluklarda-çünkü öylesinin daha makbul olduğunu bilerek- yaşamaya başlayayım. haydi...

12 Mart 2010 Cuma

başardım mı yahu? zaman alıyor ama...

9 Mart 2010 Salı

klostrofobik bir yanılsama olarak özeleştiri

elinin gittiği her kapı bir balkona çıkar. aynı şeye bakar. bir yola çıkmaz. bir yere çağırmaz. bir yerden çıkartmaz.
her kapı bir sokak umudu verir. açmadıkların kadar umudun olur. klostrohobi mutluluktur.
bu odadan yalnız girdiğin kapıdan çıkarsın.
ki bu da bir gidiş değil, zavallı bir dönüştür.

8 Mart 2010 Pazartesi

gelecek program

şöyle tiyatral pozlarla, bir ton pesten konuşsam elimde tükenmiş bir sigarayla...ha? hoş olur aslında. öyle uzun uzun cinsel kimlik, kadın hakları, postmodern şiir, brezilya sineması, (argolu) emperyalizm ukalıkları, bloglarlarda tırnaklı parantezli arial makaleler üstelik öztürkçeleri tercih edilmiş sözcüklerin, ah bir de psikanaliz yapsam kim anlayacak rahatlığıyla, üstelik diplomalı diplomat çalımını helalinden haketmişken...radikalde bile yazarım. elimde kahve, fiskos masasında bir roman, siyah ipekli gömlek, saçlar özensiz bir fotoğrafım olur hürriyet pazara verdiğim röportajdan....entellektüel arkadaşlarım da olur. istanbul'da da yaşarım. mütevazi olur toplu taşıma kullanırım valla. halktan koparmamalı kendini yazar.
olabilir bence biraz uğraşsam.

4 Mart 2010 Perşembe

dost ağıtı

dargınım. yalancısınız. istemeden öylesiniz. tüm insanlar, gereğinden fazla hin düşünür oldunuz. çok düşünüyorsunuz. pek az üzülür, pek nadir ağlarsınız. güçlüsünüz, zekisiniz. sizinle yaşanmaz. boğazınız kırk düğüm. sonracısınız. hayalci değilsiniz, plancısınız. incesiniz, naziksiniz, kibarsınız. kırılgansınız, dokunamıyorum. anlamcısınız. tedirginim sizinle. düzencisiniz, sıralısınız, sayıcısınız. mayanızda anason yok, sağlamcısınız, sağlamsınız. insansı değilsiniz, kusurunuz az.kusurlarınızı kapatırsınız. yüzünüzü kapatırsınız. renksizsiniz, sözsüzsünüz. kötü kokmazsınız, çok sağlıklısınız, güzelsiniz. sizin kalbiniz içinize gömülmüş, ulaşılmazsınız. kofsunuz, gamsızsınız, somurtkansınız. her gün dersiniz şunu yaparım, her gün aynısınız, tutarlısınız.
ay dost, sanki haramsınız.sanki çürümezsiniz hiç. hani çamurunuz nerede? nerede tırnak içlerinizdeki kirler? ter kokunuz nasıldır? ağzınızda toprağınızdan kalma sözleriniz yok mudur? yok mu gırtlığınızda bir kalın k, bir yumuşak g? kabalaşmaz mısınız? hani içiniz nerede? tohumunuz mu kayıp? nerde düşürdünüz? korkuyorum sizden. dargınım. özünüze uzaksınız, kıramıyorum mesafenizi. acı balınızın tadını bilmiyorum. bir ateş sesi gelmiyor içinizden. siz soğumuşsunuz, kül olmuşsunuz.posanız çıkmış sizin. siz akılsızlığınızı yitirmişsiniz. yitmişsiniz. ağıdınız bana kaldı.


-belki de fazla türk filmi izledik canım kardeşim.



2 Mart 2010 Salı

sağlık mahallesi 12. sokak

çocukluğum bir çıkmaz sokakta geçti. mahalle derdik.tüm mekan işte o dar kaldırımlı; eski asfalt yoldu. hiçbir tarafı denize ulaşmazdı. aslında benim geç yaşlarıma dek denize kıyısı olan bir kent değildi yaşadığım. komşu çocukları çoktu akranım olan, arkadaşlarım, halise, perihan ve betül'dü. halise ve perihan kardeşler. ikisi de evli; perihan'ın iki çocuğu var şimdi. halise iki yaş büyüktür bizden ama zaman zaman halise abla derdik, oralarda racon öyleydi. betül'ün annesi namütenahi bir kadın idi. değilse de mahalle öyle zannederdi. halise ve perihan'ın annesi, nadide teyze, cahil ve erkek bir kadındı. çok balkon yıkardı. babaanneleri halise teyze güleç, şişman ve eli lezzetli bir kadındı. bakkaldı. bir keresinde bakkalından turşu çalıp perihan'la bir iki kilo turşu yemişiz. sonra hasta olmuşuz. bize oklavayla vurmuştu halise teyze. utanmıştım. çünkü ben öyle şeyler yapmazdım, perihan'ın başının altından çıkmıştı bu iş. anneannem penceren halise teyze'ye kızmıştı. anneannem mahallenin en yaşlısıdır. sol bacağı abimin haylazlık ettiği bir gün arka avluda düştüğünde kırılmıştı. ondan sonra pek sokağa çıkmaz olmuş anneannem. yani neredeyse otuz yıldır hemen hemen hiç dışarı çıkmaz. korkuluklardan beni izler,ara sıra terlediğimi söylerdi, sırtıma bez yatırırdı. ön bahçemizde bir basket potası vardı, abimin çocukluğundan. iki somya karşılıklı bakardı. dedem kahverengi çiçekli minderde otururdu, hep bir şeyler anlatır meyve yerdi. ben sokakta ip oynardım, sek sek oynardım, bisiklet sürerdim. akşama doğru arkadaşlarla çekirdek çitlerdik, firik zamanı firik yerdik. halise teyze anneannemin beyaz korkuluklu pencerisinin karşı kaldırımından kendine küçük gelen tahta bir sandalyede otururdu. bakkalının bir tabelası bir ismi yoktu kaldı ki pek müşterisi de yoktu. o yoldan geçenlere laf atar bu yolla zorla bir şeyler satardı. oğlu yani koreli memet amca eski polis ama ben onu bildim bileli işsizdi. pek efendi ve pek içkiciydi. anlatmışımdır bir yaz akşamı tüm mahalleli balkonda otururken tam da karşımızdaki balkonda silahını başına dayayıp intihar etti. ben gördüm. yine sarhoş geldiği bir gece perihan'a "silahımı getir" dedi. bunu galiba arada bir derdi. perihan korktu, halise teyze küfrederek vermesini söyledi. sıkacağını düşünmemişlerdi. annem "aylin gir içeri" dedi. belki de koreli memet amcanın duyduğu son ses "aylin gir içeri"ydi. ne saçma.
sonra halise teyze de öldü. sonra dedem de öldü. sonra ses yapıyoruz diye üstümüze su döken, mahallede kimsenin sevmediği amca da öldü, adını unutmuşum.
bir at arabası gelirdi her akşamüzeri. atın arkasında dönerli bir mekanizma üzerinde beş altı tane salıncak gibi oturak vardı. teypten cızırtılı bir türkü şarkı karışımı çalar, şarkının başlamasıyla küçük küçük çarklar döner mavi tahta oturaklar havalanırdı. mahallenin tüm çocukları ona binerdi, ben tehlikeli olduğunu düşündüğü için dedem binmezdim. onun geleceği saatler anneannem bir bahaneyle beni eve çağırırdı. ben de anneannemin sandalyesinden izlerdim. anneannemin sandalyesi sanki bir yere gitme isteğini dahi içine çeker, oturanı sanki yok ederdi. ben de yok olarak cızırtılı şarkının bitmesini beklerdim.
sonra dondurmacı amca gelirdi. annem okuldan dönerdi o saatlerde. annem limonlu, ben çikolata kaymak yerdim. annemin gelişi, iki sebepten beklenirdi bu yüzden. belki de annem de dönmeyi aynı iki sebepten arzu ederdi.
sonra okula başladım. teyzem anneannemle bizim ev arasındaki kata taşındı. bizim avludan kaldırım geçecek dendi, belediye yıkmadan dedem bahçemizi yıktı. kaldırım yıllarca geçmedi. babam bizim evin bitişiğindeki yorgancının kapanmasıyla (kimse sırma yorgan almıyordu artık) dükkanı garaj yaptı.
ben ilkokulu bitirince (gittiğim okul küçük ve eski olduğundan ilköğretim olamamıştı) taşındık. mahalleyi ilk ziyaretimizde balkonda çay içip çiçeklerini izleyen teyzem bizim arabadan indiğimizi görür görmez ağladı. dedem pijamasıyla dışarı çıktı. inşaat işlerinden zevk alırdı. teyzeme bakıp kafasını çevirdi. sırtıma vurdu, babacan bir tavırla içeri itti. hani sanki hiç ayrılmayacakmışım gibiydi.

1 Mart 2010 Pazartesi

bu yaşamak biçiminden gözüm kararıyor bazı sabahlar, hele açsam (ki doymayı sevmiyorum bilhassa sabahları). anlamsız zamanlarda içim tiz bir kadın sesi olup titriyor. bir biyolojik açıklaması yok elbet - nasıl olur! kesip atsam akşamları, bir tedavi olur belki. daha aydınlık bir yaşam pek şirindir üstelik! nerde periyodik günler, tutarlı saatler nerde...aman allah, düşman başına güleç bir gün ayması. hiç değilse yirmili yaşların bir anlaşılmazlığı olmalı!

kıskanmak

yüreğimi büken bu güç bir bakışa sığdıramadığım o simetrik sözcüklerdir. yazmak nedir mastar haliyle? bir eylemek , bir etmek... hiç tanımadığım insanların parmak kıpırtıları temas etmeden bana -ve beni bilmeyerek- dokunuyor ümidime. ümidimi kırıp yüreğimi büküp omuzlarımı düşürüyorlar hantal göğsüme. parmaklarımı kesiyor uzak kalem hışırtıları, parmaklarımı! birinin varmışlığı benim yok oluşumu yaz(mış)-(dı)-(ıyor)-(acak). sizin gaddar ellerinize ahım olsun. siz çok güzelsiniz. benimkisi yalnız ucuz estetik soytarılığı, taklit komedisi, parmak trajedisi...benimkisi yok, benimkisi olmayacak.

26 Şubat 2010 Cuma

yol molası

bazen bir kitabın 78. sayfasında gece saatlerinde çıkmalı sokağa. hızlı hızlı yürümeli bir yere. bakkalla taşralı bir konuşmaya dahil olmaktan çekinmemeli. hak vermediği şeylere hak vermeli gerekirse. (ki öyle zamanlarda muhakkak gerekir) hareketli gölgesini hayretle izlemeli. bacaklarının uzamasına gövdesinin kısalmasına gülümsemeli. sarı sokak köpeklerinden ürkmemeli, siyah parlak kunduralı adamlardan da. bilmediği bir maçın bilmediği bir olumlu skoruna sevinen arabalar dolusu insana (hoş bir tesadüf) kafa selamı vermeli, sanki o da sırf o amaçla oradaymış gibi. karanlıkta korkacak bir şey yok. karanlıkta kimsenin gölgesi yok. sokağın kedilerine köpeklerine ve çöplerine, adım başı sigara izmaritlerine yol arkadaşlığı etmeli. sokaklara pijamalarıyla dahil olmalı. (sanki pijamalarıyla çıplaklığa daha yakın insan.) ve böylece hiç bilmediği bir amaçtan caymış hiç anlamadığı bir ferahlığa ermeli. yani düşünmeden... ama iyi geleceğine reçeteli ilaç gibi güvenerek...yani bilemeyerek. ( beni böyle eden ne?)
denk gelen aşk şarkısına üzülerek -ki aşk sözcüğü geçmez ne zamandır hiçbir metinde- ; olmayan bir aşkın olmayan acısına iç çekerek ve içlenerek; bu türk sanat müziği güftesine dahil olmayı dileyerek nefesimi doldurup yavaşlattım yokuş aşağı yürürken. adımlarımı nefesimi uyduramadım. (şu sıralar beni yollara döken asıl sorun da bunun gibi bir şey olsa gerek) nihayet bileğimden kavrayıp geldiğim yere dönmem gerektiğini söyledi saat.
sonra 79, sonra 80...


25 Şubat 2010 Perşembe

nazan öncel'in tarkwsky /zulawski tarzı siyah beyaz kliplerini anlamlı buluyorum. tarih içinde anlamlı buluyorum.mesela bırak seveyim, sen beni öldürüyorsun, gidelim burlardan....

bunlar kesmez tabii... delirdiyseniz, "bağarmak" istiyorsanız -yine de sesi kısarak- şu video'yu izleyebilirsiniz. ben tekrar tekrar izlediğimden etkilenmiyorum artık: zulawski- possession

uyardım bak!

24 Şubat 2010 Çarşamba

pastoral hatıralar

açık yeşil su üstünde -olmaz ya- sütlükahve bir duman. ellerin dumanda ayakların suda dolaşır. mor nergisler biter ince su etrafında, keskin kokarlar. çocuklar portakal çiçeği toplar ağaçlardan, çiçekler ellerinde dağılırlar.kaplumbağaları izlersin, Kûsiyan jî dikarin bifirin (kaplumbağalar da uçar)
mavi pencereli evlere yıldız dolar geceleri, üşürsün.radyolar uyur erken saatte. ıpıssız kalırsın. ışığa uçar böcekler, sen uyuduktan sonra yıldızlara konarlar. mavi pervaza oturursun bacaklarını kıvırıp. koyu yeşil ağaçları izlersin. koyu yeşil ağaçlar hışırdarlar. karanlığı dinlersin, gece böcekleri bağırırlar. bir kelebek uçar, görmezsin.gözlerini yumup kelebekler de uyurlar.


bir sabah gül toplarsın çalıların arasından.taze ceviz karası ellerin gül kokar. diken sıyırır, kanamazsın. laleden gelin yapmayı öğrenebilirsin örneğin bir gün. bir gün taze fasulye toplarsın. kiraz ağacından düşmekten korkmamayı öğrenirsin bir gün. bir gün bahçeye yılan girmiştir, her yılandan korkulmayacağını öğrenirsin. kimse sana bir hayvan olduğunu öğretmemiştir o günlere değin. bir gün, en insan halinin en hayvan haline ne de yakın olduğuna ayarsın.
belki bir gün bir peygamber böceği kadar gerçek olmak isteyebilirsin.

21 Şubat 2010 Pazar

modern mevlana

sana yara izlerimi anlatayım, ister istemez tanış olalım.omzunda bir baş izi bırakayım. o iz de yara kalsın bende.
sana ayıbımı açayım. istemesen de sırdaş olalım. bana bir yalan borcun olsun.
ben kendimi bir eksik bırakırım. eksiklik benim imzam. ver avcuna imza atayım.
uzaksan yakınsın, yakınlaştıkça uzak. konkav bir yanılsama kurdum. aksini yaşamak mümkün değildi. zorunda kaldık arkadaş, ne ettiysek zorundaydık.
sana yerli yersiz "canım" demezsem ne mutlu.bir can yok ki zırt pırt içimden geçsin.
parantezi, virgülü, tırnağı bensiz koyarsan sözlü metinlere, sen de beni anlarsın o zaman. kuşkun olmasın, ben seni er geç anlarım arkadaş. gel seninle bütün smiley'leri lüzumsuz kılalım.
popüler videoları, vizyondaki filmleri, yeni çıkan albümleri takip ediyorum. kısırlık endişen olmasın, bu konuları her zaman yedekte bekletiyorum.
ben de herkes gibi herkesliğe bozuk bir herkes bileşeniyim. yabancım değilsin herkes kadar.yakınsın ve açıksın uzaklığının bilincinden yoksunsan. evet, burdan her şey daha net görünüyor. evet, ordan baktığın kadarım. anladığın kadar varım, gerisi benim kendime attığım imzam.
her gün sabahtan akşama bir şeyler yapıp geceden sabaha onları bir bir hiçliyorum. böylece bir gün yolda sokakta karşılaştığımızda sana gerçek bir "hiç" sunuyorum. yani ne yalan söyleyeyim, doğrusunu söylüyorum.

bu, tüm uzak arkadaşlara bir samimiyet bildirisi ve vicdan dindirmesi ve sevgi bilemesidir.
şimdi içim bir mevlevi kadar rahat.

19 Şubat 2010 Cuma

İ'dam-ı Nefs

omuzlarımdan sarkan şu ağırlıkları kesip atsam. bir gece kollarımı belediye çöplüğüne atıp bir taksi durdursam. taksime desem, gitsek. kırmızı ışıkta taksiden kaçsam. taksici allahıma sövse, bana halel getirmese. vücudumdan kan fışkırsa da ben dimdik yürüsem, insanlar kaçışsalar. ampulleri patlasa caddenin. ve hatta gökyüzü bir çılgınlık edip yıldızlarını yaksa. ah bir kez olsun şöyle gösterişli ölsem! cesedimin üstüne soğuk ani bir yağmur yağsa. kanı seyreltse, yüzümü ıslatsa...ah. sonra çöpe atsalar etlerimi, elleriyle burunlarını kapatarak, tiksinerek.
adım karakolların yeşil kayıt defterlerine geçmesin, ne olur.

17 Şubat 2010 Çarşamba

köpeğin havlamasına yarım saat benim uyanmama beş saat kaldı. uyurken aklıma şu şarkı takıldı. bulmak icin facebookta bir profilin aylar oncesine donmek zorunda kaldim. esrarengiz bicimde turkce karakterlerim yok oldu. yazmamaliyim galiba...

ertesi günden ek: arapların süper star'ını izliyorum, özeniyorum. çalgıcılar mutlu, jüri mutlu, yarışmacılar müthiş, şarkılar fevkalade...dahası şam'da kayısı. oğunüçün bu kıza puanım dohuz.

7 Şubat 2010 Pazar

soldan, sandalyede oturan uzun boylu ince bir ihtiyar olan anneannem (annanem), tombul kısa gezenti karşı komşumuz atiye teyzem, ameliyatlardan sonra çok kilo almış fakat bir zamanlar ince güzel uzun saçlı bir kadın olduğu anlaşılan, düzgün duruşlu teyzem, ben, kırmızı kırçıllı kazağı siyah çerçeveli gözlüğü ak düşmüş erkek tıraşlı saçlı annem, alımlı bir kadın olan kuzenim esin ablam ve sağ başta afacan oğlu pembe yanaklı, sarı kıvırcık saçlı, örümcekçocuk atakan hoş bir kare yarattık. pedro almodovar görse vallahi kurardı seti bizim mutfağa. örgü ördük, bir ağızdan konuştuk, teyzem annaneme bağırdı, annem araya girdi. zincirleme etkileşimle toplu halde ağladık. teyzem ikide bir öptü beni "canım canım" dedi yanağımı sıktı. atakan bardak kırdı.annesi kızdı, annem gitti bez getirdi, annanem bişey olmaz dedi, teyzem a benim yakışıklı oğluşum kır canın sağolsun dedi. yemek yaptık, tarif konuştuk...gibi dişi haller işte.
şuraya bağlıyacağım; dönem başlıyor. dolayısıyla duygu çok haklı: the dog days are over! the horses are coming
salak gibi heyecanlanıyorum.

6 Şubat 2010 Cumartesi

bir iki fotoğraftan kolaj yaptım, çerçevesini mora boyadım

uzun zamandır uğramamışım oyun atölyesine.oyun oynayamasam yani oynatılmasam da oyunbaz mekanlarda bulunmak mutlu ediyor beni. elimde ahşap boyası, cila, parlak sarı (satıcıyı kırmamak için aldığım) boya, mutlu fotoğraflar...
telefonum çaldı. gelmiş!
evimin yolunu, okulumu, her gün ekmek aldığım fırını, her gün gördüğüm çiçekçi ablaları, dolmuş durağımı bilsin, hatırlasın istedim.hatırlasın diye anlattım sokakları sanki her mevsim başkalaşır gibi mevsim mevsim ayırarak.dinledi güya ya unutur bilirim.
kaç zamandır konuşmamıştık.bu zaman yıllarla ölçülür olmuştu. öyle uzundu, doğru. yine yazmaktan, oynamaktan, yani biçim biçim hayal etmelerimizden açılmıştı konu. çalımlı laflar etmiştik, bir o bir ben. yine garip bir biçimde daha anlatmadan anlaşmıştık. neden böyle alışıktık birbirimize? yılların rolü sanıldığından küçük...o erken uyumazdı. bense aylardır uykusuzluk hastalığından müzdaribim. konuşurken nedense uyuyakaldık birden.

sabah avaz avaz bağırdı, söylendi durdu: yok efendim uyurken yan yatıyormuşum! büyük yalan. ben bırak yan yatmayı uyumayı bile ara sıra başarabiliyorum.önce itiraz edecek oldum, baktım o çok ısrarcı kararında, ne yapayım özür diledim.

eski kitap baktık, meşhur varlık yayınları. parlak taşlara ağız ayırarak daldık tozlu bir vitrinden içeri. aziz nesin öykülerinden bir amcayla tanıştık. biraz da onun gönlünü yapmak için sahte bir ilgi besledim bir anlığına taşlara.cehaletimi azarladı amca. o da sevmeden aldı bir bilekliği. para alırken "işte" dedi amca, para almaktan utanırcasına. burktu yüreğimizi. bizim yürekler de pek müsaittiler hele birlikteyken eğilip burkulmaya. konuşurken, sessiz yürürken, şundan bundan bahsederken hep bir şaşkınlık, incelikli bir tedirginlik vardı ellerimizde. özlemişim galiba.

ahmet'in evinde buluşacaktık.geç kaldı.başka dostlar da katıldı geceye. o heyecanlı, sesleri yüksek çocukları izledim. mutluydum. uyuduk sonra.
"karda yürüyen zenci görmek isteyen koşsun!" diye bağırdım sabah.bizlerden daha gelişkin olan bacak kaslarından dolayı benden başka gören olamadı. esasında çok da acayip bir şey değildi ama odadaki herkes "oha"layarak pencereye koşmuştu. sonra geç bir kahvaltı; bim çayı, bayat poğaça, peynirli açma...ardından karda yürüyen beyazlar olduk, bir siyah, çöl çocuğu acemiliğinde ilerledik.

dostlarım haylaz ve kaçkın.bense rakılı masalarının buzlu yollarını beklerken onlara biberli ekmek hazırladım. döndüklerinde kızamadım. mutfak önlüğümle açtım kapıyı." küstüm size!" dedim, küsmedim. böyle anne olursam çekeceğim var.

sonraki gün gittiler.onu yolcularken neden hep ağlıyorum bilmiyorum. o da ağlıyor her seferinde. bir şey var; başka sevmelerimde olmayan bir şey...ne, bilmiyorum. yine aramayacak, ben yine ısrar etmeyeceğim aramakta, yine konuşmayacağız belki aylarca. sonra bir gün yine -benim ısrarımla- gelecek, yine alışık olacağız birbirimize. o anlamadığım şeyin varlığını hayretle kanıtlayıp ayrılacağız yine.

yine gel.

5 Şubat 2010 Cuma

safra


gidecek deniz yoksa iç suyunu içine akıtırsın.
bu suyla boğulmadan ölmek de mümkün üstelik.

nereden aklıma geldi bilmiyorum.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Tethys, Anumati ve Nuit

ay beyazdı.sanki önceleri bu kadar beyaz gelmemişti gözüne. deniz durgundu.kıyıyla bir gerilimi yoktu o akşam, yavaşça çalkalanıyordu. ayın beyaz ışığı diğer gecelerden daha hızlı bir biçimde yer değiştiren bulutlardan sızarak başka başka biçimlerde aksediyordu suyun karanlık çalkantısına. küçük, kırık, parlak taşlar serpiyordu suya.ay beyazdı ve çok güzeldi.
yüzünü çevirip çok renkli, parlak, yassı bir ekrana bakmak içini acıttı. köpekler bile sokaktaydılar, kediler ve kuşlar da. ıslak çimlere basıyordular üstelik. başıboştular. soğuk bir bardak su içerek tekrar baktı siyah beyaz geceye. orada, o cama vuran televizyon renklerinin içinde öyle adoğal öyle dijitaldi ki aksi! kızdı, belki utandı da biraz. televizyonu kapattı. balkon kapısını açtı, eşiğe yaslandı. böyle sessiz ve karanlıkken olduğu yer düşünmek ne yazık ki kaçınılmazdı. acilen müziğe ihtiyaç vardı: kaçar gibi odaya girdi, aile yadigarı müzik setinin tozlu düğmesine dokundu. sonra, koltuğun koluna atılı anne örgüsü şalını omzuna aldı. hava, esintisiz fakat serindi; yumuşak ve hoş kokuyordu. ayın bu yüzü ne pürüzsüz!, diye içinden geçirdi. ayın diğer yüzlerini de görmek isterdi. seyehati sevmezdi. aslında seyahati değil de yeni yatakları, yeni insanları, başka dilleri sevmezdi. birkaç dil daha bilmek istedi. iç çekti. "keşke" dedi. ne diledi, bilmiyorum.

2 Şubat 2010 Salı

romantizasyon

depersonalizasyon bozukluk*

sahne 1. felsefe olimpiyatı, sınav salonu. sınav öncesi müthiş rahat, neşeli, özgüvenli olsam da sınava gireceğim sirayı seçerken daha diyalog düşünmeler başlamıştı.nedense iki ses yaratıp tartışmalı düşünmeye başlamıştım. komikti. filozof takılmanın dibine ancak o kadar düşük bir felsefe bilgisiyle ulaşacağımdan bu hal normal de sayılırdı. sınav başladı. sınıfta bir sinek vardı. sineği izledim. salak bir hafiflik ve hiçlik içindeydim. sırada oturmuyormuş gibiydim. sanki kapıda dikilip izledim kendimi, sıralar arasında dolaştım, hoca masasının üstüne oturdum. yazıyı ancak son 45 dakikada yazmaya başladım. epeyce bir süre öyle aptal aptal oturmuşum. güya stres, güya panik...
sahne 2. ortaokul(ilköğretim lafını sevmiyorum) son sınıfta töder mi özdebir mi öyle bir sınav vardı. pek de sevmezdim öyle yarışmacı sınavları falan. herneyse. yağmurlu bir mayıstı diye uyduracağım. karanlık büyük bir sınıftı. sıralar griydi. eski, karamsar bir binaydı. sınav boyunca sandalyede oturan kendimi izledim. sonra oturduğum yerden sıraların arasında dolaşan kendimi izledim. kızdım. ateşim çıksın istedim. bir saatten fazla sürede 10 soru mu çözmüştüm 15 mi yoksa? zamanın geçtiğini hissetmemiştim. sınavı terk etmiştim.
sahne 3. siyasi tarih 3 sınavı. kabul, daha sabah yeşil sweatshirt'ü giyerken beni rezil bir gün beklediğini ya da günün rezil bir bana katlanmak zorunda olduğunu biliyordum. stres, huzursuzluk, hazırlıksızlık, panik vs. vs. -hiç de sevmiyorum dersler konusunda şu hallere girmeyi ama- hoca annemin eski deli hallerini hatırlatıyor, üzerimde çocukluktan kalma çocukça bir gerginlik yaratıyordu. sınıfı, kulağıma çalınan sınav öncesi sözleri hatırlıyorum. oturuşumu onlarca kez düzeltip absürd şeyler düşündüm. içimden güldüm birkaç saçma şeye. mesela bir harfi yazmayı unutup "p"ye benzeyen "f"lerimi kağıt üzerinde düzelttim. "şey" her zaman ayrı mı yazılır diye düşündüm. aklım bomboştu. yine salonda dolaşıp kendimi bekledim. hatta sıkıldım kendimi beklerken. falan filan...
hep sınavlarda da değil. bazen kitap okurken, bazen kendi kendime pozlanıp pencereden sokağı izlerken, yürürken, en çok da yalnızken kendimi izleyen, etrafta aheste gezinen bir ben uyduruyorum.

aman yarabbim!

* 1. bu hastalık genelde diktatörlerde görülür. toplumda tektipleşmeye (yoksa "koyunlaşma" mı dese idik?) yol açar*.
(egiboy, 08.11.2002 03:07 ~ 03:27)
2. disosiyatif bozukluklar arasındadır. kişinin mental süreçlerinden ya da bedeninden ayrıldığı hissinin olduğu ya da sanki bunlara dışardan bir gözlemciymiş gibi bakıyor olduğu, sürekli ya da yineleyen yaşantıların olmasıdır. bu yaşantılar sırasında gerçeği değerlendirme yetisi bozulur. zaman zaman derealizasyon, mikropsi ve makropsi de görülür.
(topuklu, 13.02.2005 01:58 ~ 20:42)


ve dört işlem becerisinde zayıflık
sözcükleri eksik ya da harflerin yerlerini değiştirerek yazmak
yavaş ve eksik okuma
gerçeğe çok yakın rüyalar
dizi rüyalar falan filan... vay be.

29 Ocak 2010 Cuma

epilepsi

uzun uyku, çok rüya, uzun kahvaltılar, sabah kahveleri, gazeteler ve ekleri... açık deniz, az insan, uzun ve geniş yollar, az araba, az fren sesi... az sohbet, az konuşma, az ses, az gülüşme, az düşünce...
bu sahte sukunet, sakinlik beni hasta ediyor. üstü beyaz, cıvık iltihap kaplı uzun ince bir ur!!! sessizlik boğazımda yutkundukça artan, kusulamayan balgam. ah, bağırmak istiyorum! hayır bağarmak, bağarmak istiyorum!!! pembe yanaklı, küçük çocuğu tokatlamak istiyorum. ben bu yeşilleri, bu kırmızıları, bu kedili pijama takımlarını, bu ziyaretleri, komşuluk samimiyetlerini, bu çocukluğu, bu hanımkızlığı, kendi adımı, adımdaki "y" harfini, hele soyadımı, bu fazla etlerimi, fazla zevklerimi, saçma lükslerimi, ah, hediye parfümleri, evdeki tüm topuklu terlikleri, sahte deri baba terliklerini, şu duvardaki çocukça hediyeleri, hediyeye hürmet eden zihniyeti, türk motifli halıları, modern kılıklı ucuz halıları, neşeli iç çamaşırlarını, çorapları, lise çoraplarımı, bu evi, bu gereğinden geniş evleri, bu kalın, uzun apartmanları, arabaları, ellerimi,avuç içlerimi, gözlerimi, saç diplerimi, kendim de dahil tüm yeterince sevmediklerimi, tüm yavru hayvanları, tüm benetton reklamlarındaki çocukları, tüm levis reklamlarındaki genç insanları, tüm karaca yemek takımlarını, özellikle şalvar kotları, sonra taytları, tesbih kolyeleri, clubları, aptalları, pijama takımlarını, lise çoraplarını, terlikleri, kedileri, altın kaplama osmanlı temalı paşabahçe aksesuarları, sonradan görülenleri, insanları, yaşlıları, gazileri, çocukları........tokatlamak istiyorum. sara krizi geçirip hayatıma başka bir yön çizmek istiyorum.herhangi birşeyi aniden ayıkarak, müthiş şaşırarak, ferahlıyarak, kendimi tokatlayarak, anlamak istiyorum. birden yüksek voltlu tasarruflu ampuller gözümü alsın, onlarca beyaz önlüklü bilim adamı karşıma dikilsin ve "hoşgeldin" desinler isiyorum. kesik bir kahkaha atayım, ağzımdan kan aksın.

dethklok- murmaider

dethklok- awaken

28 Ocak 2010 Perşembe

sodom'un savunması

Adem soyunun öyküsü: Tanrı insanı yarattığında onu kendine benzer kıldı.
Rab karşı duramadığım İnsanların eline verdi beni. (1. ağıt)
insan için boyunduruğu gençken taşımak iyidir. (3. ağıt)

Atalarımız günah işledi, Ama artık onlar yok; Suçlarının cezasını biz yüklendik.
Ama sen, sonsuza dek tahtında oturursun, ya RAB, Egemenliğin kuşaklar boyu sürer.
Niçin bizi hep unutuyorsun, Neden bizi uzun süre terk ediyorsun? (5. ağıt)
Peygamberlerin senin için boş ve anlamsız görümler gördüler. Suçunu ortaya çıkarsalardı, eski gönencine kavuşabilirdin; Oysa seni ayartacak boş görümler gördüler(2. ağıt) :
Sevgi Tanrı`nın buyruklarına uygun yaşamamız demektir. (yuhanna'nın ikinci mektubu)
RAB korkusudur bilginin temeli. (özdeyişler)

Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. (yaratılış)

apple of sodom

kaynakça

26 Ocak 2010 Salı

yalnız benim ol

“Yalnız benim ol” yazıyor kalınca ve uzunca bir kitabın kapağında, beyaz zemin üzerine kırmızı mürekkeple. Bir şişe suyun üç buçuk lira olduğu bir havalimanı kafesinde kırklı yaşlarında bir kadının manikürlü tombul ellerinde gördüm.ellerinde “yalnız benim ol” yazıyor kadının.
İlk anda bencil, zaman ilerledikçe anlamsız bir dilek (mi?)
benim ve bir başkasının olma! Seni paylaşmak istemiyor değilim ama benim olduğun gibi bir başkasına ait olma (mı diyor?)
bana aitsin, bir benimsin; ellerim, ayaklarım, iç organlarım gibisin (mi demek istiyor?)
bana öyle geliyor, söylenecek laf değil “yalnız benim ol”. Ne bilirsen onu ol. Nasıl istersen öyle ol. Git kimin olursan ol. Gerekli tüm organlarım üstümde, benim yirmilik dişim bile yok.

Kadının gözleri etrafı süzüyor. Elinde kitap kapağıyla uyumlu kırmızı püsküllü bir kitap ayracı sallıyor. Ara sıra duruşunu kontrol ediyor, dik oturmaya alışmaya çalışıyor. Hiç “benim ol” diyen bir tavrı yok kadının. Boğazlı kazağında cazibe yok. Ayakkabıları koyu kahverengi kadife, ortopedik taban.gri kareli likralı kumaş pantolonunda kazağıyla bir renk kalın çizgiler var.ve kestane kabarık saçları, 14 ayar beyaz altın küpeleri, ve o gereğinden kalın ve çetrefilli nikah yüzüğü (belli ki yenilenmiş yakın zamanda)... Yüzü beyaz, tombul, sarkık ve orta sınıf tepkilerinin izleri alnında, ağız kenarında.
Ona bir türlü ait olmayanlara ait olmanın serzenişiyle yazıyor ellerine galiba “yalnız benim ol” diye.
Ya da bana öyle geliyor.

Ben elime gizliajans’ı aldım. Yazmaya başladım. Rötar: 1 saat 15 dakika. dinlenilmemiş şarkılarım var.

24 Ocak 2010 Pazar

plan nedir?

1. tekil şahıs benim.
2. tekil şahıs sen ol.
3. tekil teslise hevesli başka biri o’lsun.
3 kişi olalım. 3 tekil şahıs. 3 kişilik 3gen bir masada oturalım.
Sonra düşünerek konuşalım. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi. Bir yerde aynı ama birçok başka yerde ayrı olalım. Ben havai konuşayım 2. tekil beni yere indirsin. 3. tekil bir şey bilmediği iddiasında olsun. “yok canım öyle deme” deyip teselli edelim.
. Hiçbir çoklukla çoğullanmayalım. Tekil, tikel ve tekel olalım.
*
Kadıköy’den bineceksin, çiçekçi’de ineceksin. Bekliyorum. senden birşeyler dinleyelim.

17 Ocak 2010 Pazar

sesli mesaj

ey sareba
incitir kötü kokan, sakallı, tükrüklü, yalnız, çirkin, zayıf, aç, müslüman, erkek bir ses.üstelik anlamadığım doğu dillerinde şarkılar illa ki ağıda çalar. buluşup ağlaşalım artık; sıkıldım monologlardan.
shirin shirinam

13 Ocak 2010 Çarşamba

13.10.10

Koştu. Çocukça bir genellemeye vardı. Orada bir süre soluklandı. Sonra omzuna geç kalmış bir soru abandı . Aheste yürüdü eli başında. Bilmenin imkanı yok, dedi. Bilmesine imkan yoktu. Durdu.
&
Diline tatlı sözler geldi. Söylese tükenecekti. Bu sözler de aynı şekerli sakız gibi can sıkacaktı zamanla. Üstünden zaman geçti. Tükürmedi. Yut, dedi annesi. Yuttu.
&
Önüne ihtimaller koydu. Teraziye gelmez ihtimallerdi bunlar: Karo papaz, sinek sekiz, maça kız, kupa as. Seçim yapamadı. Valeler bir hayli toydular.
&
Üretim ilişkileri vardı her şey gibi onun da temelinde. Üretim ilişkilerinden dolayımlanarak... layımlanarak... anarak… Son minvalde, bu halde.
&
Canı sıkılırdı sık sık. Hiç eğlence aramazdı o zamanlarda, buruşmuş bir canla…
Bir kağıdın en fazla sekize katlanabileceğine devasa bir kağıt düşleyerek inanmıyor hala.
&
Canı sıkıldı. Devasa bir kağıt düşledi. Kağıdın üzerinde bir şeyleri genelledi. Bir soru işareti çizdi? Düşündü. Bilmenin imkanı yoktu. Düşündeki kağıdı buruşturdu. Kağıtları masanın üzerine dizdi. Valeler bir hayli toydu.
Sakızını yuttu. Sustu.

9 Ocak 2010 Cumartesi

paçalı güvercin

simit sarayında oturup bir çayla internete girmek mutluluk verici gibiyken ayakları bağlı bir güvercinin dışarda dolanması insanı mutsuz eder.ağaltır hatta.bir çay daha istersin sonra. kim bağlar bir kuşun ayağını?insandır muhakkak. şişman kirli sakallı ayyaş bir abimizdir. horoz dövüşüne katılma potansiyeli olan bir abimiz...öyledir muhakkak, öyledir.

-souad massi bir yerden bulup dinleyin bence. dinlemeye de ya kalbi (deb)'den başlayın, sonra devam edin. fizy'de de olması gerek...-